Açıklama
Bayan Jean Brodie’nin Baharı
“Pusların ve olgun bereketin mevsimiydi. Savaş başladığında genç bir erkekle nişanlanmıştım, ne yazık ki Flandra savaş meydanında şehit düştü,” diye başladı Bayan Brodie. “Hayrola, Sandy, bugün çamaşır günün mü?”
“Hayır, Bayan Brodie.”
“Kollarını güzelce sıvamışsın da. Hava ne kadar güzel olursa olsun, gömleklerinin kolunu sıvayan kızlarla hiç işim olmaz. Derhal indir onları; uygar insanlarız biz. Her neyse, Ateşkes ilanından bir gün önce vuruldu. Bir güz yaprağı gibi toprağa düştü, oysa henüz yirmi iki yaşındaydı. Sınıfa dönünce haritada Flandra’ya bakar, nişanlımın daha siz doğmadan gömüldüğü yeri buluruz. Fakirdi. Ayrshire’den gelme bir taşralıydı, ama çok çalışkan, zeki bir eğitimciydi. Bana evlenme teklif ettiğinde, ‘Su içecek, ağır adımlarla ilerleyeceğiz,’ demişti. Hugh’un, bir taşralı olarak, sessiz sakin bir yaşam süreceğimizi dile getirme biçimiydi. Su içecek, ağır ağır ilerleyecektik. Bu deyiş ne anlama geliyor, Rose?”
“Sessiz sakin bir yaşam süreceğiniz anlamına, Bayan Brodie,” dedi, altı yıl sonra cinsel çekiciliğiyle büyük bir ün kazanacak olan Rose Stanley.


Bayan Brodie’nin şehit nişanlısının öyküsü epeyce ilerlemişti ki, çimenliğin karşı ucunda müdire hanım, Bayan Mackay göründü; bu tarafa doğru gelmekteydi. Yaşlar Sandy’nin küçük, domuzcuk gözlerinden çoktan yuvarlanmaya başlamıştı; az sonra Sandy’nin gözyaşları arkadaşı Jenny’ye, daha sonra okulda güzelliğiyle ünlenecek olan kıza bulaştı, kız hıçkırdı, mendilini almak için dizden büzgülü bol pantolonunun bacağına uzandı. “Hugh, ateşkesten bir gün önce öldürüldü,” dedi Bayan Brodie. “Sonra genel seçimler yapıldı ve halk ‘Kaiser’i asın!’ diye bağırmaya başladı. Hugh ise artık bir Orman Gülü’ydü ve mezarda yatmaktaydı.” Rose Stanley şimdi hüngür hüngür ağlıyordu. Sandy ıslak gözleriyle yan yan, başını ve omuzlarını ileriye atmış, bir hışım çimenliği geçen Bayan Mackay’i süzdü.
“Size bir bakmaya geldim, hemen de gidiyorum,” dedi kadın. “Neden ağlıyor bu kızlar?”
“Anlattığım hikâye duygulandırdı onları. Tarih dersindeyiz de.” Bayan Brodie konuşurken, düşen bir yaprağı ustaca yakalayıverdi.
“On yaşında çocuklar da hikâyelere ağlar mıymış!” dedi Bayan Mackay, savaşçı Hugh’dan büyülenmiş, dağınık bir halde tahta sıralardan kalkan kızlara. “Yalnızca bir bakmaya geldim, hemen gitmeliyim. Pekâlâ kızlar, yeni ders yılı başladı. Hepinizin hârika bir yaz tatili geçirdiğini umuyor, tatilinizi anlatacağınız mükemmel denemeleri sabırsızlıkla bekliyorum. On yaşındaki biri tarih yüzünden gözyaşı dökmemeli. Eyvahlar olsun!”
Bayan Mackay uzaklaşınca, “Soruya cevap vermemekle çok iyi yaptınız,” dedi Bayan Brodie sınıfa. “Güç anlarda tek kelime etmemek en iyisidir; ne şu ne de bu. Söz gümüşse sükut altındır. Mary, dinliyor musun? Ne diyordum en son?”
Göz denemeyecek gözleri, kardan adamınki gibi bir burnuyla ağzı olan, sonraları bönlüğüyle ünlenen, her durumda suçlanan ve yirmi üç yaşında, bir otel yangınında can veren hantal Mary Macgregor yanıtladı: “Altın.”
“Neye altın dedim ben?”
Mary gözlerini etrafta dolaştırdı, sonra yukarıya dikti. Sandy fısıldadı: “Dökülen yapraklara.”
“Dökülen yapraklara,” dedi Mary.
“Beni dinlemediğin gün gibi ortada,” dedi Bayan Brodie. “Ah, siz kızlar beni bir dinleseniz, sizi kaymağın da kaymağı yaparım.”