Her Şey Aydınlandı

  165.00


Çağdaş edebiyatın en etkileyici seslerinden Jonathan Safran Foer’den zaman, mekan ve hafıza üçgeninde şaşırtıcı manevralar yapan, eğlenceli, dokunaklı, zeka ve duygu dolu, çarpıcı bir roman: 

Stokta

Künye

Stok kodu

9786055903169

Kategoriler

Boyut

13.5×19.5

Sayfa Sayısı

312

Çeviren

Algan Sezgintüredi

Özgün Ad

Everything is Illuminated

Yazar

Jonathan Safran Foer

Açıklama

Her Şey Aydınlandı

– New York Times Çok Satan –

– Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitap’tan biri! –

Yılın kitapları – Los Angeles Times, The Guardian, San Francisco Chronicle

“Hayat dolu ve oyunbaz… Philip Roth, Milan Kundera ve James Joyce esintileri taşıyan bir roman.” – Times Literary Supplement

“Son on yılın en iyi çıkış romanlarından biri!” – Paste Magazine

“Sıra dışı, ışıl ışıl ve yürek burkan bir roman.” – San Francisco Chronicle

Çağdaş edebiyatın en etkileyici seslerinden Jonathan Safran Foer’den zaman, mekan ve hafıza üçgeninde şaşırtıcı manevralar yapan, eğlenceli, dokunaklı, zeka ve duygu dolu, çarpıcı bir roman: Her Şey Aydınlandı. Elinde solmuş bir fotoğraf ve kafasında soru işaretleriyle yola koyulan genç bir adamın Avrupa’nın kalbinden Amerika’ya, dünyadan Ay’a, geçmişten günümüze, rüyalardan masallara, büyük aşklardan büyük savaşlara, karanlıktan aydınlığa uzanan yolculuğunun nefes kesen hikayesi… Geçmişle bugünün iç içe geçtiği, birbirleriyle rekabet halindeki anlatıcılarıyla akıllardan kolay kolay silinmeyecek, çok sesli, çok katmanlı ve kesinlikle sihirli bir roman Her Şey Aydınlandı.

Foer’in tüm dünyada büyük ilgi gören bu ilk romanı; ilerlemek için geriye dönmek zorunda kalanlara ve geçmişinden kaçanlara, yaşamın pusu altında gizlenen muazzam gerçekleri arayanlara ve sırlarının gölgesinde yaşamaya çabalayanlara, düşlerle gerçekleri birbirine karıştıranlara ve kalabalıkların içinde yapayalnız olanlara, hayata ve hayatta kalmaya dair bir şimdiki zaman klasiği.

“Kesinlikle birinci sınıf!” – NY Times

Defalarca hayalimde canlandırdım onu. Yaşına göre bile biraz kısa boylu sayılırdı; öyle aşırı kısa değil, çocukça ama kötü beslenmiş çocuklara has bir kısalıktaydı. Aynı durum sıskalığı için de geçerliydi. Yankel onu her gece yatağına yatırmadan önce, sanki gün içinde bir tanesi yok olarak yeni birisiyle yaşaması için tohum ve toprağa dönüşecekmiş gibi kaburgalarını sayardı. Kız yeterince yiyordu ve şu zamana dek hiç hastalanmamıştı ama bedeni, sürekli hastalanan, biyolojik bir mengenede debelenen ya da açlık çeken, bir deri-bir kemik, tümüyle özgürleşmemiş bir kızın bedeniydi. Saçları kalın telli ve siyah, dudaklarıysa ipince, parlak ve bembeyazdı. Başka ne olabilirdi?

Brod’un kalın telli saçlarını kesmek istemesi, Yankel’i iyice endişeye düşürdü.

Hiç hanımlara göre değil bu, dedi Yankel. Bu kadar kısayken küçük oğlan çocuklarına benziyorsun.

Saçmalama, dedi Brod.

Ama rahatsız etmez mi seni bu?

Saçmalaman beni elbette rahatsız ediyor.

Saçın, dedi.

Bence gayet güzel.

Kimseye güzel gelmezse güzel olur mu hiç?

Güzel bence.

Tek beğenen sensen?

Daha güzel.

Ya oğlanlar? Onlar seni güzel bulsun istemiyor musun?

Ben bulmadığım sürece beni güzel bulan bir oğlanı zaten istemem.

Bence böyle güzel. Bence çok güzel.

Bir daha söylersen uzatırım.

Biliyorum, dedi ve kulaklarından tutup alnını öperken güldü Yankel.

Dikiş öğrenimi (Yankel’in Lvov’dan getirdiği bir kitaptan) kendi eliyle yapmadığı giysileri giymeyi reddetmesiyle çakıştı ve Yankel hayvan fizyolojisiyle ilgili bir kitap getirdiğinde Brod resimleri adamın burnuna dayayıp, Onları yememiz, dedi, sana da garip gelmiyor mu, Yankel?

Hiç resim yemedim ben.

Hayvanları yememiz… Garip gelmiyor mu sana? Bana daha önce garip gelmeyişine şaşıyorum. Kendi adın gibi: onca zaman fark etmezsin ama fark ettiğinde art arda söylemeden, o adı taşıman gerekmesinin garipliğini ve herkesin hayatın boyunca seni o adla çağırdığını düşünmeden edemezsin…

Yankel. Yankel. Yankel. Bana hiç garip gelmiyor.

Yemeyeceğim onları. En azından bana garip gelmeyene kadar.

Brod her şeye direniyor, kimseye pes etmiyordu; ona meydan okunamaz veya meydan okunmazdı.

Bir öğleden sonra, tatlıdan önce yemek yemeyi reddettiğinde Yankel, Bence inatçı değilsin sen, dedi.

İnatçıyım işte!

Ve bu yüzden sevildi. Herkes, hatta nefret edenler bile sevdi onu. Dünyaya geliş biçimi erkeklerin ilgisini çekiyordu ama onları sokaklarda peşinden yürüten, pencerelerden baktıran, geceleri düş -kendilerine dair değil, karılarına dair bile değil- kurduran; Brod’un zekice yönlendirmeleri, sahte mimikleri, hareketleri, muazzam cümleleri, varlıklarını kabullenme veya görmezden gelmeyi reddedişiydi.

Evet, Yoske. Değirmende çalışan erkekler çok güçlü ve cesur.

                    Evet, Feivel. Evet, iyi bir kızım ben.

                     Evet, Saul. Evet, evet, şeker severim.

                                                      Evet, oh evet, İtzik. Oh, evet.

Yankel ona, ben senin baban değilim ve sen sorgusuz kasabanın en sevilen kızı olduğun için değil, sağlam erkeklerin çıkarmak için dibe daldıkları gerçek baban suyun dibinde yattığı için Trahim Günü’nün Sal Kraliçesisin diyecek yüreği hiç bulamadı. Geniş hayalgücünün ürünü olan ve havalı karakterlerle dolu daha çok öykü uydurdu. Elbette; o hâlâ bir çocuktu ve henüz ilk ölümünün tozunu üstünden silkiyordu. Başka ne yapabilirdi Brod? Ve Yankel kendi ikinci ölümünün tozlarını çoktan toplamaya başlamıştı. O, başka ne




Büyük-vs-nenem, kasabanın arzu yüklü erkekleri ve nefret yüklü kadınlarının yardımıyla birtakım özel ilgi alanları geliştirerek içine kapandı. Bunlar dokuma, bahçıvanlık ve eline ne geçerse okumaktı ki o da Yankel’in tavana kadar kitapla dolu olan ve günün birinde Trahimbrod’un ilk halk kütüphanesi görevini üstlenecek muazzam kütüphanesindeki kitaplar demekti. Trahimbrod’un, zorlu matematik veya mantık sorunlarını çözmek için çağrılan -Saygıdeğer Haham, bir keresinde karanlıkta, KUTSAL KELÂM, diye sormuştu Kİ O DA HANGİSİDİR, BROD?- en zeki sakini değildi sadece o; aynı zamanda en yalnız ve kederli sakiniydi. Brod, bir hüzün dehasıydı; hüznün içine dalıyor, en göze batmayan farklılıklarını keşfediyor, hüznü tel tel ayırıyordu. Brod, hüznün sonsuz bir tayfa bölünerek ayrışabileceği bir prizmaydı.

Bir sabah, kahvaltıda, Sen hüzünlü müsün, Yankel? deyiverdi.

Yankel, titrek bir kaşıkla kızın ağzına kavun lokmaları sokmaya çalışırken, Elbette, dedi.

Neden?

Çünkü yemek yiyeceğine konuşuyorsun.

Ondan önce hüzünlü müydün peki?

Elbette.

Neden?

Çünkü o zaman yemeğini yiyordun ve ben senin sesini duymayınca hüzünleniyorum.

İnsanları dans ederken seyretmek hüzünlendirir mi seni?

Elbette.

Beni de. Neden sence?

Kızı alnından öptü, parmağıyla çenesini kaldırdı. Cidden yemelisin, dedi. Geç oluyor.

Bitzl Bitzl özellikle mahzun birisi mi sence?

Bilmem.

Ya yaslı Şanda?

A, evet, o, özellikle mahzundur.

Çok açık, değil mi? Ya Şloyim?

Kim bilir?

İkizler?

Belki. Bizi ilgilendirmez.

Peki, ya Tanrı?

Mahzun olması için var olması gerekir, değil mi?

Brod, Yankel’in omzuna hafifçe vurarak, Biliyorum, dedi. O yüzden sordum; nihayet inanıp inanmadığını anlayabileyim diye!

E, bak şöyle diyeyim: Tanrı eğer varsa, hüzünlenecek çok şeyi vardır. Eğer yoksa bu da O’nu hüzünlendirecektir herhalde. Kısacası sorunun cevabı bu: Tanrı mahzun olmalı.

Yankel! Boynuna, onu kendi içine veya kendisini onun içine çekmek istermiş gibi sarıldı.

Brod, her biri kesinlikle eşsiz; diğer hüzünlere öfkeden, coşkudan, suçluluk duygusundan veya içerlemekten daha fazla benzemeyen 613 ayrı hüzün keşfetti. Ayna Hüznü. Evcil Kuşlar Hüznü. Kişinin Ebeveyni Önünde Hüzün Duyması Hüznü. Neşe Hüznü. Salıverilmekten Yoksun Sevginin Hüznü.

Brod, boğulmamak için çırpınır, kendisini kurtarabilecek herhangi bir şeye uzanmaya çalışır gibiydi. Yaşamı, yaşamını doğrulamaya yönelik acil ve umutsuz bir çırpınıştı. Kemanıyla şarkılar çalmayı öğrendi; inanılmaz güçlükte, bilebileceğini düşündüğünün ötesinde ve her seferinde ağlayarak Yankel’e koşup, Bunu da öğrenmeyi başardım! Feci bu! Asla çalamayacağım bir şey bestelemeliyim, diyeceği şarkılar. Yankel’in Lutsk’tan sırf onun için aldığı sanat kitaplarına gecelerini harcadı ve her sabah kahvaltısında suratını astı. İyiler ve hoşlar ama güzel değiller. Hayır, kendime dürüst davranmadığımdan değil. Onlar sadece var olanların en iyileri. Bir öğleden sonrayı evlerinin giriş kapısına bakarak geçirdi.

Birisini mi bekliyorsun? dedi Yankel.

Hangi renk bu?

Yankel kapının dibine girdi, burnu gözetleme deliğine değdi. Ahşabı yaladı ve gülerek, Tadı kesinlikle kırmızı, dedi.

Evet, kırmızı, değil mi?

Öyle görünüyor.

Başını ellerinin arasına aldı. Ama azıcık daha kırmızı olamaz mıydı?

Brod dünyanın kendisi için yaratılmadığını ve herhangi bir nedenle aynı anda hem mutlu hem de dürüst olamayacağını yavaş yavaş fark ediyordu. Daima içi sanki sevgiyle dolup taşıyormuş, içinde ordularca sevgi üretiyormuş gibi geliyordu. Ama azat, salıverme söz konusu değildi. Masa, fildişinden fil biblosu, gökkuşağı, soğan, saç modeli, yumuşakçalar, Şabat günleri, şiddet, tırnak derisi, melodram, suyolu, bal, dantel… Hiçbiri içini kıpırdatmıyordu. Dünyasını dürüstlükle ele alıyor, içindeki hacimler dolusu sevgiyi hak edecek bir şeyler arıyor ama her bulduğuna, seni sevmiyorum, demek durumunda kalıyordu. Ağaç kabuğu kahverengisi çit: Seni sevmiyorum. Fazla uzun şiir: Seni sevmiyorum. Bir kâse yemek: Seni sevmiyorum. Hiçbir şey olduğundan fazla değildi. Hiçbir şey, kendi şeyliğine karışmış bir şeyden öte değildi.

Kaybetme veya keşfedilip okunma korkusundan değil, günün birinde nihayet hakkında yazmaya ve hatırlamaya değecek bir şeye rastladığında üstüne yazacak bir şey bulamayacağı endişesiyle sürekli yanında taşıdığı güncesinden gelişigüzel bir sayfa açsaydık şu duygunun çeşitlemelerinden birini bulurduk: Âşık değilim.

Böylece kendisini aşk fikriyle, varlıklarını zerre umursamadığı şeylerin sevgisini sevmekle tatmin etmek durumunda kaldı. Bizzat aşk, aşkının hedefi oldu. Kendi âşıklığını sevdi, aşkı sevmeyi sevdiği için aşkı sevmeyi sevdi ve umduğuna yetmeyen dünyada teselliyi bu yolla bulabildi. Müthiş ve yalansız olan dünya değil; onun, dünyayı güzel ve âdil kılma çabasıydı. Herkesin varlığını sürdürdüğü yerde dolaylı olarak yaşıyordu o.