Tepedeki Ev

  120.00


Çağdaş edebiyatın en gizemli yazarlarından birinden, Shirley Jackson’dan zamana meydan okuyan bir klasik: Tepedeki Ev. Sıradan hayatların ürkütücü yanlarına yönelik ilgisi, insan ruhunun kuytularına teklifsizce girebilmesi ve okurun zihnini kolayca yönlendirebilmesiyle tanınan Jackson, bu romanda korkunun temeline iniyor, zihnin tekinsiz koridorlarında yürüyor. 

Stokta

Künye

Stok kodu

9786055903275

Kategoriler

Boyut

13.5×19.5

Sayfa Sayısı

232

Çeviren

Dost Körbe

Özgün Ad

The Haunting of Hill House

Yazar

Shirley Jackson

Açıklama

Tepedeki Ev

Çağdaş edebiyatın en gizemli yazarlarından birinden, Shirley Jackson’dan zamana meydan okuyan bir klasik: Tepedeki Ev. Sıradan hayatların ürkütücü yanlarına yönelik ilgisi, insan ruhunun kuytularına teklifsizce girebilmesi ve okurun zihnini kolayca yönlendirebilmesiyle tanınan Jackson, bu romanda korkunun temeline iniyor, zihnin tekinsiz koridorlarında yürüyor. Yürekteki karanlıklar ile ve en ham haliyle duygular, Shirley Jackson’ın ustaca anlatımıyla Tepedeki Ev’in temellerini atıyor ve insan psikolojisi, başlı başına bir dehşet unsuruna dönüşüyor. Algının tuzakları hafızanın yanıltıcılığıyla, geçmişin gölgeleriyle birleşiyor ve Tepedeki Ev, bu usta yazarın kaleminde adeta diriliyor, okurunu kendi dört duvarı arasına çekiyor.

Stephen King’den Neil Gaiman’a varan pek çok yazara ilham veren Shirley Jackson’ın bugün çağdaş edebiyat klasikleri arasında anılan Tepedeki Ev’i, dehşet ve deliliği anlatıyor.

“Tepedeki Ev’e adım atmak, bir delinin zihnine adım atmak gibi… Ürkmeye başlıyorsunuz.”

– Stephen King

Yazın gerçekten güneşli olan ilk günüydü, yılın bu vaktinde Eleanor çocukluğunun ilk yıllarına dair yürek sızlatıcı şeyler hatırlardı hep. O zamanlar yazlar ona hiç bitmezmiş gibi gelirdi. Babasının öldüğü o soğuk, yağmurlu günden önceki kış günlerini anımsayamıyordu bile. Son zamanlarda, hızla geçen bu yıllarda, öylece geçip giden onca yaz gününe ne olduğunu merak eder olmuştu; nasıl da fütursuzca harcayabilmişti o günleri? Aptallık ettim, diyordu kendine her yazın başında; hem de çok, ama büyüdüm ve kıymet biliyorum artık. Aklını başına topladığında aslında hiçbir şeyin gerçekten çarçur edilemeyeceğini düşünüyordu, çocukluğun bile, ama sonra her sene, bir yaz sabahı şehir sokaklarında yürürken ılık bir rüzgâr esiveriyordu ve o zaman aklına şu küçücük, soğuk cümle düşüyordu: Yine çarçur ettim zamanı. Ablasıyla ortaklaşa aldığı küçük arabayı sürdüğü, arabayı alıp gittiğini fark edecekler diye kaygılandığı, ağır ağır ilerlediği, yol şeritlerini takip edip durması gerektiğinde durarak gerektiğinde saptığı ve sokağa eğri vuran gün ışığına gülümsediği bu sabah ise; gidiyorum, gidiyorum, sonunda bir adım attım, diye geçiriyordu içinden.

Daha önce ufak arabayı kullanmak için ablasından her izin alışında, onu sinirlendirecek en küçük çizikten veya lekeden bile sakınmak için çok dikkatli davranmıştı; oysa bugün, karton kutusu arka koltukta ve bavulu yerde, eldivenleriyle el çantası ve ince ceketi yanındaki koltukta dururken araba tamamen onundu. Tamamen ona ait, küçük, kapalı bir dünya. Ciddi ciddi gidiyorum, diye düşündü.

Şehir dışına uzanan büyük otobana sapmadan önce şehirdeki son trafik lambasında durup beklerken el çantasından Dr. Montague’nün mektubunu çıkardı. Haritaya bile ihtiyacım olmayacak, diye düşündü; belli ki çok tedbirli bir adam. “39. Karayolu’ndan Ashton’a çıkın,” deniyordu mektupta. “Ve ardından sola, 5. Karayolu’na sapıp batıya gidin. Yaklaşık elli kilometre sonra küçük Hillsdale kasabasına varacaksınız. Hillsdale’de solda benzin istasyonuyla sağda kilise olan köşeye gelince sola sapın, dar bir kır yoluna gireceksiniz, bu bozuk yol sizi tepeye çıkaracak. Bu yolun sonuna kadar gidince -on kilometre sonra- karşınızda Tepedeki Ev’in bahçe kapılarını göreceksiniz. Yolu bu kadar ayrıntılı tarif ediyorum çünkü Hillsdale’de durup adres sormanızı tavsiye etmem. Yöre halkı yabancılara kaba davranır, hele Tepedeki Ev hakkında soru soranlara açıkça düşmanlık gösterir. Tepedeki Ev’de sizi de aramızda göreceğime çok seviniyorum. 21 Haziran Perşembe günü sizinle tanışmak benim için büyük zevk olacak-”



Işık değişmişti şimdi, Eleanor otobana sapıp şehirden çıktı. Artık, diye düşündü; kimse beni yakalayamaz, nereye gittiğimi bile bilmiyorlar.

İlk kez arabayla tek başına uzaklara gidiyordu ve bu harika yolculuğu kilometrelerle saatlere bölme fikri saçmaydı. Arabasını şeritle yol kenarındaki ağaç hattının arasında tutmaya özen gösterdiği sırada yolculuğunu onu bambaşka yollardan geçirerek yeni bir yere ulaştıracak bir anlar geçidi olarak gördü. Eleanor’un gerçek eylemi yolculuğun kendisiydi; hedefiyse belirsizdi, hayal edilemiyordu, belki de yoktu. Yolculuğunun her sapağının tadını çıkarmakta kararlıydı. Yola, ağaçlara, evlere ve küçük, çirkin kasabalara sevgiyle bakıyor, herhangi bir yerde durup oradan bir daha asla ayrılmama fikriyle oyalanıyor, kendiyle dalga geçiyordu.

Arabasını otobanın kenarına çekebilir -gerçi bu yasaktır, dedi kendine. Bunu yaparsa ceza yerdi- onu geride bırakıp ağaçların arasından geçerek ötedeki yumuşak, misafirperver köye salına salına gidebilirdi. Bitkin düşene kadar gezebilir, kelebek kovalayabilir veya dere boyunca yürüyüp gece çökünce kendisine barınak sunacak fakir bir oduncunun kulübesine sığınabilirdi.  Doğu Barrington’da, Desmond’da ya da birleşik Berk Köyü’nde sonsuza dek yaşayabilirdi. Sürmeye devam edip arabanın tekerlekleri aşınana ya da dünyanın sonuna ulaşana değin hiç durmadan, öylece gidebilirdi.

Ya da, diye düşündü; beni bekleyenlerin olduğu Tepedeki Ev’e, yani bana barınak, oda, yiyecek içecek ve şehirdeki işlerimi bırakıp kaçmam karşılığında biraz para verecekleri yere gidebilirim. Dr. Montague’nün nasıl biri olduğunu merak ediyorum. Tepedeki Ev nasıldır merak ediyorum. Orada başka kimlerin olacağını merak ediyorum.

Artık şehirden epey uzaklaşmıştı, dünyadaki onca yolun arasından Dr. Montague’nün onu kendisine ve Tepedeki Ev’e sağ salim ulaştırması için seçtiği büyülü yolun, 39. Karayolu’nun sapağını arıyordu; başka hiçbir yol Eleanor’u bulunduğu noktadan bulunmak istediği yere götüremezdi. Dr. Montague’nün tarifini doğrular ve haklılığını teslim edercesine 39. Karayolu’nu gösteren tabelanın altında bir başka tabelada ASHTON, 195 KİLOMETRE yazıyordu.

Eleanor’un artık yakın arkadaşı olan yol döndü ve sürprizler eşliğinde aşağı doğru kıvrıldı - bir keresinde bir inek bir çitin üzerinden Eleanor’a baktı, bir keresinde de kayıtsız bir köpek. Küçük kasabalara doğru indi ve tarlalarla meyve bahçelerinin yanından geçti. Eleanor bir köyün ana caddesinde sütunlu, bahçesi duvarlı, pencereleri panjurlu ve basamaklarını bir çift taş aslanın koruduğu büyük bir evin önünden geçerken belki orada yaşayabileceğini, her sabah aslanların tozunu alabileceğini ve her gece kafalarına pat pat vurup iyi geceler dileyebileceğini düşündü. Bu haziran sabahında zaman başlıyor, diye güvence verdi kendine. Ama tuhaf bir şekilde yeni ve kendine özgü bir zamandı bu - birkaç saniye içinde, önünde iki aslan heykeli duran bir evde bir ömür geçirdim. Her sabah sundurmayı süpürdüm, aslanların tozunu aldım ve her akşam kafalarına pat pat vurarak iyi geceler diledim. Haftada bir kez yüzlerini, yelelerini ve patilerini çamaşır suyu kattığım ılık suyla yıkadım ve dişlerinin aralarını bezle sildim. Evin odaları yüksek tavanlı ve temizdi, pırıl pırıl döşemeleri ve güzelce silinmiş pencereleri vardı. Ufak tefek, narin, yaşlı bir bayan hizmetlimdi; ağır ağır yürüyerek gümüş bir tepsiyle çay servisi yapıyordu bana ve sağlıklı olayım diye her akşam bir bardak mürver şarabı getiriyordu. Akşam yemeklerimi uzun ve sessiz yemek salonundaki ışıl ışıl masada tek başıma yerken yüksek pencerelerin arasındaki beyaz duvar panelleri mum ışığında parlıyordu; yemekte bıldırcın, bahçeden topladığım turplar ve ev yapımı erik reçeli oluyordu. Beyaz organzeden bir cibinliğin altında uyudum ve holdeki gece lambasının ışığı benim için nöbet tuttu. Kasabanın sokaklarında insanlar bana eğilerek selam verdiler, çünkü herkes aslanlarımla epey gurur duyuyordu. Öldüğümde...