“Bir yazar içinde bulunduğu durum hakkında da yazabilmeli.”

Hükümet politikalarını eleştiren ve barışçı duruşuyla öne çıkan İsrailli yazar David Grossman, 2008 yılında yayımlanan ‘Ülkenin Sonuna’ adlı romanında, savaşa giden oğlunun akıbetinden endişe eden bir annenin çıktığı yolculuğu anlatıyor. Grossman ile kitabını ve Ortadoğu´da barışı konuştuk.

İsrailli uluslararası ünlü yazar David Grossman, kökenleri Polonya’dan gelen küçük bir ailenin çocuğu olarak 1954 senesinde İsrail’de dünyaya geldi. Grossman, İsrail edebiyatını etkileyen en önemli yazarlardan biri sayılıyor. Ünlü edebiyatçı, Kudüs İbrani Üniversitesinde felsefe ve tiyatro eğitimi aldı. Kitapları birçok ülkede otuz lisanda yayınlandı. Önemli ödülleri arasında, 2010’da ‘Peace Prize of German Book Trade’, 2017’de ‘A Horse Walks İnto A Bar’ (Bir At Bara Girmiş) adlı romanıyla aldığı ve edebiyat dünyasının en saygın ödüllerinden biri olan ‘Man Booker Uluslararası Ödülü’, 2018 yılında da ‘İsrail Edebiyat Ödülü’nü sayabiliriz.

2008 yılında yazılan ve yakın bir zamanda Türkçeye çevrilen kitabı ‘Ülkenin Sonunda’ ile Grossman savaşa giden oğlunun kaderinden ve kötü bir haber alacağından endişe eden bir anneyi anlatırken okuyucularını kurgu ile gerçeğin karıştığı duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. Kader şudur ki, yazarın askerlikte olan 20 yaşındaki oğlu Uri, bir yazar ve bir baba olarak bu kitabı yazdığı sırada, 2006 Lübnan Savaşında içinde bulunduğu tanka isabet eden bir roketle hayatını kaybeder. Yazar, bir haftalık matemi (shivah’sı) bittiği gün yazmaya geri döner. Bu, yazarın tabiriyle, ‘hayatı seçme’ yöntemiydi.

Bu hazin ve trajik olaya rağmen Grossman, barışçı duruşuyla öne çıkan Amos Oz ve A.B. Yehoshua ile birlikte üç önemli İsrailli yazardan biridir. Grossman, birçok basın toplantısında şu sözler ile düşündüklerini aktarır: “Ancak barış, şimdikinden çok daha iyi bir hayata sahip olmamıza izin verecek. Şu anda olduğumuzdan çok daha fazlası olabileceğiz.”

Seçimlerin yapıldığı 17 Eylül günü yazarla yaptığım söyleşiyi sizlerle paylaşırken bu saygın yazarın mütevazılığından duygulanmamak mümkün değildi.

Türkiye’de yayınlanan bir önceki romanınız  ‘Bir At Bara Girmiş’,  on bin adet kadar satmış. Ülkedeki okurlarınıza kendinizi nasıl tanıtmak isterdiniz?

Yahudi, İsrail vatandaşı, üç çocuklu bir baba ve kitap yazan bir kişi.

Ne zamandan beri yazıyorsunuz?

Çocukluk yaşlarımdan beri yazıyorum. Dördüncü sınıfta iken ailenin tavan arasındaki dolabında anı defterleri buldum. Biz çocukken hatıra defteri sayılan, birbirimize kutlamalar, temenniler yazdığımız defterler… Defterime yazan hocalarım ve arkadaşlarımın neredeyse yarısından fazlası büyüyünce, yazar olacağımı yazmışlar. Kendimi bildim bileli yazınca kendimi iyi hissediyorum, yazmayınca da hiç iyi değilim. Babam iş hayatına otobüs şoförü olarak başladı ve daha sonra belediye ulaşım organizasyonundaki kütüphaneyi yönetti. Âdeta kendime özel bir kütüphanem vardı, istediğim her şeyi sipariş eder, çok okur ve hep yazardım. Türkçeye tercüme edilen ‘Ülkenin Sonunda’ kitabından sonra yayınlanan ‘Falling Out of Time’ (Nofel Mihutz le Zman), oğlumu kaybettikten sonra kaleme aldığım, ölümle, trajik kayıplarla yüzleşmeyi anlatan kitabım. Bu kitapta, böylesi bir kayıptan sonra hayata nasıl devam edinilebilir sorusuyla yüzleştim.

Her şeye rağmen yazmaya devam ettiniz. Sizce, politika yazmayan bir İsrailli yazar olmak mümkün mü?

Yazarın aslında tek bir görevi vardır: iyi bir hikâye yazmak. Bu mesleği yaparken, tabii ki hiçbir yazar politika yazmaktan sorumlu değil. Amos Oz, A.B.Yehosua ve ben kişiliğimizden dolayı yazdıklarımıza bulunduğumuz durumu ve politik görüşlerimizi de yansıttık. Bu sadece yapımızdan kaynaklanıyor. İsrail’de gelişen güncel olaylara değinirken, onları aynı zamanda anlamaya da çalıştık. Ben bu ülkede İsrail’de doğdum, İsrail vatandaşıyım. İsrail, Yahudi halkının sonunda bir evi olmasını sağlayacak şekilde kuruldu. Burada bir ev kurduk. Buranın Yahudi halkının evi olduğunu, kimliğimizi koruyup değerlerimizi uygulayabileceğimiz bir yer olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da kendime şu soruyu da soruyorum: İsrail’in kuruluşundan 72 sene sonra burası hâlâ evimiz mi yoksa bir kale mi? Bu ülkede yaşama hakkımızı halen kabul etmeyen düşman ve saldırgan bir bölgede bulunduğumuz için böyle bir kaleye ihtiyacımız var. Son derece güçlü bir ordumuz da var. Bununla birlikte çevremizdeki komşularımızla barış yapmamız gerektiğini de düşünüyor ve destekliyorum. Bir yazar aynı zamanda içinde bulunduğumuz durumu da yazabilmelidir.

Günümüz Kudüs'ünde yaşamak nasıl bir duygu?

Ailem ve ben Kudüs’ü otuz sene önce terk ettik. Şehre yakın bir bölge olan Mevasseret Sion’da yaşıyoruz. Kudüs, birbirine çok yakın yaşayan zıt grupları barındırdığından gerginliklerin olduğu bir şehir. Aslında bu şehir, birçok güzel sembolün şehri olacak potansiyelde. Üç bin senelik kadim geçmişinde birçok din ve kültürün erdemi ve inançlarını barındırmış bir şehir. Bugün ise kutuplaşmış grupların ön yargılarıyla dolu bir şehir olmaya başladı. Tam bir hafta önce, Doğu Kudüs tarafında aralarında gazetecilerin de bulunduğu Filistinli bir grup insan ve sanatçıyla sohbet ettim. Önyargılarımızın ve birçok hazin hikâyemizle birlikte, aniden karşındaki kişinin düşmanın değil de senin gibi öyküleri, korkuları, duyguları, endişeleri olan bir insan olduğu bilincine varıyorsunuz. Bizim de ne kadar zorlandığımızı anlatmaya başlıyorsunuz. Onlar bizi, biz de onları sadece insanoğlu -Ben Adam- olarak görüyor ve hissediyorsunuz. Önyargı yok, stereotipleri yıkmayı özlemişiz, empati kurmayı, insan olmayı özlemişiz.

Yarına dönük projeleriniz var mı?

Yeni bir roman yazmaya başladım. Konusunu anlatmak istemiyorum merak edilmesi daha cazip.

Ünlü yazarla sohbetimiz karşılıklı ‘Şana Tova’ (iyi seneler) dilekleriyle sona erdi.

-Elda Sasun, Şalom