“İlhama inanmıyorum.” – Camille Bordas, K24’ün sorularını yanıtladı.

Camille Bordas, 1987 Lyon doğumlu… 2009 yılında yayımlanan ilk romanı Les treize desserts’in ardından 2011’de Partie commune’ü yayımlamış, bir yandan yüksek öğrenimine devam etmiş. Bordas, bir süredir Amerika’da yaşıyor ve Florida Üniversitesi’nde yaratıcı yazı bölümünde ders veriyor. Üçüncü romanı Birlikte Yaşamanın Yolları’nı İngilizce yazıyor ve bu romanla henüz yeni adım attığı ABD’de Chicago Review of Books En İyi Roman Ödülü’nü (2017) alıyor. İngilizceyi on iki yaşındayken izlediği Harrison Ford ve Robert De Niro filmleriyle öğrendiğini söyleyen Bordas ile yazıya, yaşama ve seçimlere dair bir söyleşi yaptık; ona yapıştırılan yaftalardan, sisli havada gece vakti araba kullanmak ile roman yazmanın benzerliklerinden ve esin kaynaklarından bahsettik. 

Söze anadiliniz olan Fransızca yerine İngilizce bir roman yazmış olmanızla başlayalım… Birlikte Yaşamanın Yolları’ndan önce yazdığınız iki romanınız Fransızcaydı. Bir süredir ABD’de yaşıyorsunuz; buraya yerleşmenin doğal sonucu muydu bu? Nasıl aldınız bu kararı?

İngilizce yazayım diye bağlayıcı bir karar almadım aslında, kendiliğinden, yavaş yavaş gelişti… 2012’de Amerikalı bir yazarla evlendim, tek kelime Fransızca bilmeyen bir adamla, ne yazdığımı, nasıl yazdığımı merak ettiği için İngilizce yazmam konusunda beni o teşvik etti, nasıl biriyle evlendiğini anlamak istemiş olabilir!

Tuhaf belki ama İngilizce roman yazmanın Fransızca yazmaktan pek de farklı olmadığını düşünüyorum. Doctorow’un benzetmesine katılıyorum bu konuda; geceleyin sisli havada araba sürmek gibi biraz: ancak farların aydınlattığı mesafeyi görebiliyor insan ama yolu yine de tamamlıyor. Başınız dönmeye başlıyor ama yol alabiliyorsunuz yine de. Nerede olduğunuzu ya da nereye doğru gittiğinizi bilmiyorsunuz ama oraya giden yolu cümle cümle kat ediyorsunuz ki bu kolay – romanı böyle yazdım ve Fransızca da olsa aynı şekilde gelişecek, yine cümle cümle ilerleyecektim. İngilizce konuşarak büyümediğim için haliyle bilmediğim ve bilmediğimi dahi bilmediğim şeyler olacaktır, ama buna takılıp kalırsam pek bir şey yapamam, ayrıca benim konumumda olup daha kısıtlı malzemeyle ilerlemenin bazı avantajları da var. Anadili İngilizce olan birine kıyasla donanımım daha kısıtlı olabilir, yine de var olanla hareket etmek zorundayım. Duygusal bakımdan büyük bir etki yaratmak için büyük hamleler gerekmiyor aslında; Doctorow’un benzetmesine dönecek olursam benim aracımın farları, Amerikalı bir yazara kıyasla belki daha az aydınlatıyor karanlığı ama bu da, farklı bir avantaj sağlıyor bana: daha odaklı, daha keskin yazmama yol açıyor. İngilizcenin bu yanını da seviyorum bu arada… Saçmalığa, boş lafa zemin, fırsat tanımıyor.

Birlikte Yaşamanın Yolları, Isidore’un büyüme hikâyesini anlatıyor, son derece zeki ve entelektüel abla ve abileriyle kuşatıldığı bir evde “normal” bir çocuk olarak büyümesini… Gelgelelim bu ileri zekâlı abi ve ablalar, hayatın çıkmazları karşısında herkes kadar donanımsızlar; zekâ ya da yetenekleri yüceltilmiyor kitapta. Bu ailenin çeşitli fertlerini yaratırken nelerden beslendiniz, bu düzlem nasıl oluştu?

İlk başta yalnızca Simone, Berenice ve Isidore vardı, diğerleri sonradan geldiler, neden böyle olduğunu bilmiyorum. Yazarken çok keyif aldım, gerçi ben de büyük bir ailenin çocuğuyum, dört kardeşten biriyim, muhtemelen kendi yaşantımdan esinlendim. Annem, kırklı yaşlarındayken doktoraya başlamıştı, ben o zamanlar sekiz yaşındayım, bu da benim için bir dönüm noktası sayılır. Doktoranın ne demek olduğunu, araştırma ile neyin kast edildiğimi anlamamıştım, Isidore’un “entelektüel yaşam” konusundaki kafa karışıklığımı da kendi anılarımın ışığında kurguladım. Zekânın bir avantaj ya da dezavantaj olmadığını, bir kalkan görevi gördüğünü ve belli hassasiyetleri öne çıkardığını düşünüyorum.

Zeki kahramanlardan bahsetmişken sorayım; Birlikte Yaşamanın Yolları, sık sık J.D Salinger’ın Glass ailesi ya da Wes Anderson’ın Royal Tennenbaums’u ile beraber anılıyor; basında yer alan pek çok yazıda romanınız incelenirken ağırlıklı olarak bunlara göndermeler yapılmış. Siz, bu göndermeler konusunda nasıl hissediyorsunuz?

Kıyaslamaları fazla dikkate almıyorum. Wes Anderson’ın sinemasını pek bilmiyorum, gördüğüm kadarıyla benzer bir konuyu ele almış dahi olsak bunları işleme biçimlerimiz benzemiyor, estetik anlayışlarımız oldukça farklı. Salinger’a gelecek olursak, utanarak söylüyorum ama Franny ve Zooeyolsun, Glass ailesi öyküleri olsun, bunları romanı yazmadan önce okumamıştım. Sonradan okuduğum bu eserleri çok sevdim, hatta Franny ve Zooey en sevdiğim kitapların arasına girmiş olabilir… Bu kıyaslamaların bir ağırlığı olduğuna ikna olsam mutlu olurdum ama bunlara pek itibar etmiyorum. Bu gibi kıyaslamalar eleştirmenler için daha çok: yeni kitapları kategorize ederken eskilerden yola çıkarak bir bağlama oturtuyorlar. Bir itirazım yok benim bu duruma, ama hayal kırıklığına yol açmasından çekiniyorum. Bu sıra Amerika’da pek çok genç yazar Thomas Bernhard’la kıyaslanıyor mesela, ben de büyük bir Bernhard hayranıyım, her seferinde buna düşüp bahis konusu kitapları heyecanla okuyor, sonrasında da aradaki bağlantıyı görmekte zorlanıyorum. Kimseyi yanlış yönlendirmek istemem: Ben Wes Anderson ya da JD Salinger değilim. Bu isimlerin işledikleriyle benzer şeyler benim de ilgimi çekmiş olabilir, fakat bunları ele alma biçimlerimiz apayrı.

Kitabın İngilizce orijinalinde kullanılan başlık (How To Behave In A Crowd) Erving Goffman’ın Toplum İçinde Davranmak metnine işaret ediyor. Isidore’un öyküsünü Goffman’ın sosyolojisi bağlamında okumak mümkün mü? Ya da şöyle soralım, bu roman böyle mi okunmalı?

Hayır, romanı okumak için Goffman’ı anlamış olmak gerekmiyor; aslında Goffman’ın bu metninin Fransızca çevirisinde kullanılan başlığa bir gönderme var romanın adında ama örtülü bir ima bu sadece. Bu romanı okumak için Goffman’a dair bir bilgi sahibi olmak şart değil, ama bana sorarsanız Goffman o kadar önemli bir sosyolog ki herkes onu okumalı elbette. Yirmili yaşlarımın başlarında beni çok etkilemiş olduğunu söylemeliyim, öyle ki, her şeyin gözlemlenebilir ve yazı ile değerlendirilebilir oluşuna dair söyledikleri (birinin esnemesi, birinin yüzünün kızarması, bütün bu mikro hadiseler) bu kitaba inceden inceye sızmış olabilir, bir de tabii herkesin bunları inceleyip analiz edebileceği ve bunlara yanıt verebileceği fikri. Üzerimde büyük bir etki bırakan ve yine bireyi, bireyin zihnini her şeyin merkezine yerleştiren Svetlana Alexievich için de aynısını söyleyebilirim, yazdığı her şeyi okudum.

Birlikte Yaşamanın Yolları ölüm, intihar, depresyon gibi yıkıcı konuları neredeyse hiç dramatize etmeden işliyor. Bu bakımdan takdire şayan olduğunu düşünüyoruz; burada öne çıkan kahramanlardan biri de yüz yaşını aşmış, Fransa’nın en yaşlı insanı payesine kavuşmuş Daphne… Daphne, artık ölümden korkmadığı bir noktada ama unutulmak istemiyor, hatta Isidore’dan bu konuda söz istiyor… İsidore’un büyüme öyküsünde nasıl bir rolü var Daphne’nin?

Teşekkür ederim. Ben, bir okur olarak, nasıl hissetmem gerektiğinin söylenmesini istemem, filmlerde ağlanması gereken yerlerde acıklı müzikler çalınmasından da hoşlanmam mesela. Ama okura dokunabilmek isterim doğal olarak; yansıtılan duygu ile onu vurgulama biçiminin hassas bir dengesi olması gerektiğine inanıyorum bu nedenle… Daphne ve Isidore’a gelecek olursak, Isidore Daphne’nin duymak istediği şeyi ondan esirgiyor çünkü o da büyüyor ve her şeye her zaman evet demek zorunda olmadığını biliyor, herkesi memnun etmesi gerekmiyor… Önceden evet diyebilecekken, bu istek geldiğinde bunu yapmıyor. Yaşlı insanları oldum olası ilginç bulmuşumdur. Ortalığı kızıştırmak istediğimde romanlarımda da yaşlı bir kahraman yaratıp onu işin içine sokmayı severim.

Birlikte Yaşamanın Yolları, zamandan az çok kopuk bir roman – kahramanlar bugünün teknolojik dünyasında değil de evde TV izledikleri, internet ve bilgisayarın herkesin yaşamına hükmettiği bir olgu değil ev için bir lüks olarak geçtiği bir dünyada yaşıyorlar. Bu, kurguya dair kasıtlı bir tercih miydi?

Özel olarak böyle olsun demedim ama olabildiğince yalın, olabildiğince sıradan bir ortam yaratmak istedim, okurun kendine ait imgelerini yansıtabileceği bir alan açmayı amaçladım. Romanlarımı belli bir yere ve bir zaman dilimine hapsetmek, birtakım kültürel referanslarla donatmak konusunda hep zorlanmışımdır. Ben çift dilli olarak büyüdüm ve hem Fransa’da hem Meksika’da yaşadım, küçük yaşlarımdan beri çeviride ne denli çok şeyin kaybolup gittiğinin bilincindeyim. Yedi yaşımdayken Fransa’ya geldiğimde okuldakiler bir taco’nun, Meksika güreşinin ya da pembe dizilerin ne olduğundan bihaberdi, oysa bunlar benim o zamana kadarki yaşamımda oldukça önemli unsurlardı. Bu nedenle biraz sıkıntı çektiğimi söyleyebilirim. Önemsiz şeyler bu sıraladıklarım elbette, ama Meksika’daki yaşantımın Fransa’da herhangi bir geçerliliği yokmuş gibi görünmüştü ve oldukça yıkıcıydı bu; bu duygunun yazınımda da bir iz bıraktığını söyleyebilirim. Geniş manzaraya bakıp kültür bakımından spesifik şeylerden kaçınmam bundan.

Romanda eğitim ve öğrenim bahsinde sarsıcı bir huni benzetmesi geçiyor – buna göre kişi bir konuda ne kadar çok okur, ne kadar çok öğrenim görürse daha büyük bir yalnızlık çekmeye başlıyor ve yaşamın ona sunduğu olasılıklar, kişi belli bir konuda uzmanlaştıkça tıpkı huninin ağzı gibi daralıyor. Siz halihazırda üniversite ders veriyorsunuz, bu nedenle bu konudaki şahsi görüşünüzü merak ediyorum, hayat ve fırsatlar söz konusu olduğunda öğrenim, özellikle yüksek öğrenim insanı sınırlayabilir mi gerçekten?

Ders vermek benim hayatımda yeni bir gelişme aslında, çok yetenekli bir grup öğrenciyle yazı alanında beni destekleyen bir üniversitenin çatısı altındayım; öğrenciler burada ilk kitaplarını yazıyorlar, bizler de onlara inanıyoruz, bu zemini açıyoruz. Yani, anlayacağınız, onlara biraz zaman satın alıyoruz ki burada açılan alanda kendi özgürlüklerini kullansınlar, “gerçek” dünyaya adım atmadan burada biraz vakit geçirsinler, gayet hoş bir şey bu.

Eğitim ve kariyere dair erken yaşta alınan kararlar konusunda çok düşündüm, pek çok da çelişkim var. Doğru seçimler nasıl yapılır, vs. İş kendi yazınıma geldiğinde de pek çok soru yöneltiyorum kendime. Buna yönelirken doğru kararı alıp almadığımı sorguluyorum. Fransa’da ilk kitabım yayımlandığında yaşım çok gençti ve kitabım beğenildi, yazmaya bunun cesaretiyle devam ettim, öyle olması gerektiğini düşündüm… Yanlış anlaşılmak istemem, yazmayı seviyorum, müthiş bir iş olduğunu düşünüyorum, ama bu karar çok genç yaşta aldım ve o zamanlar kim olduğumu bile anımsamıyorum artık, yine de o bana çok uzak gelen kişinin aldığı karar doğrultusunda biçimlendiriyorum yaşamımı… O zamanlar bunun bir karar olduğunun dahi farkında değildim. Simone’un kitapta da dediği gibi, huninin ağzından geçerken bunun farkında bile olmuyorsun. Benim başıma gelen şuydu, 19 yaşındaydım, üniversiteyi bitirmek üzereydim, babam öldü, ben de yarın zaten yok diyerek üniversiteyi bitirdikten sonra her şeyi boş vermeye, oturup roman yazmaya karar verdim. O yıl ilk kitabımı yazdım, öğrenimime devam etmedim, çalışmaya başladım… Şimdi, on üç yıl sonra oturup düşündüğümde babam sağ olsaydı yine böyle yapar mıydım bilmiyorum, yine böyle yapar mıydım yoksa öncesinde planladığım gibi arkeolog olmak üzere eğitimime devam edip başka bir hayat mı yaşardım, bilmiyorum. Oldukça üzücü bu, insanın kendine sorabileceği en üzücü sorulardan biri. Huninin beni getirdiği yeri son derece açık olarak görebiliyorum ve sık sık onunla savaşmaya, yukarı tırmanmaya çalışıyorum. İlk kitabımdan sonra okula geri döndüm ve antropoloji okudum, o sırada ikinci romanımı yazdım, bir şekilde hep geri döndüm aslında yazıya. Benim sürecim de budur belki, başka bir şey yapmam gerektiğini düşünüp ona yönelmek ve eninde sonunda yazıya geri dönmek. Geçenlerde evde bir şeyler düzenlerken eski bir kupür buldum Libération’dan kesilmiş; pek çok yazara birtakım sorular yöneltmişler, sorulan sorulardan biri: “Neden yazıyorsunuz?” Yazarlar tutkudan, kitap sevgisinden, edebiyatın gücünden falan bahsediyorlar ama Beckett, “Bon qu’à ça,” diye yanıt veriyor, “Sadece bunda iyiyim.” Dokundu bana.

Birlikte Yaşamanın Yolları’nda Amerika’ya öğrenim görmek üzere gelen Berenice karakteri üzerinden bu ülkeye dair pek çok eleştiri yer alıyor. Şahsi deneyiminiz merak ediyoruz, kültürel ortamızın değişmesi size nasıl etkiledi? Amerika’ya yerleşmek yaratıcı süreçlerinizi nasıl biçimlendirdi? Buradaki siyasi atmosferle nasıl baş ediyorsunuz?

Açık söyleyeyim, karakterimin baskın özelliği her zaman rahatsızlık çekmem. Yani Amerika’da rahat hissetmiyorum ama bu, buranın suçu değil. İlk geldiğimde ve burada yaşamın ne denli yalıtılmış olduğunu fark ettiğimde, arabaların ne kadar elzem olduğunu anladığımda, herkesin sürekli kulakla gezmesi vs. karşısında oldukça bocaladım. Kimse kimseyle konuşmuyormuş gibiydi. (Mübalağa da ediyorum elbette, ama Paris’e kıyasla çok farklıydı ortam) Kimse haberlerle ilgilenmiyordu da, ülkede ne olduğu kimsenin umurunda değildi. Amerikalılar siyaseten pek angaje değiller, en azında Trump öncesinde böyleydi bu, şimdi biraz değişti. Ama nihayetinde buradaki yalıtılmışlığı kendi işimi ilerletmek için kullandım. Yazarken kendi yolunu çizmen, başkalarına pek kulak asmaman gerekir, insanların ne görmek istediğine kafa yoramazsın. Kendi işine bakıyor insan. Amerika bu bakımdan faydalı oldu bana. Edebiyat dünyasından uzak olduğum kesin, Paris’te parçası olduğum edebiyat ortamlarından da kopuğum burada. Ama işime daha odaklıyım. İlginç bir biçimde daha mütevazı bir yaşamım var. Artık tanınmak gibi bir derdim de yok, sadece iyi bir kitap yazmak istiyorum.

Kültürel atmosfere gelecek olursak… Ne demeli? Yazarın metnin önüne geçmesi canımı sıkıyor ama insanlar bununla ilgileniyor, yazar ne yaptığı, ne giydiği gibi şeyler eserden daha önemliymiş gibi muamele görüyor. Oto-kurmacaya yönelik iştahı da anlayamıyorum, gerçi bu Amerikan sayılmaz, Fransızlar keşfetti, kusura bakmayın… Siyasete gelecek olursak… Başlı başına bir mesele bu. Yine de siyaset benim edebiyatımın içinde hiçbir zaman büyük bir rol oynamamıştır.

Söyleşiyi sonlandırırken edebi ya da sanatsal anlamda kimlerden, nelerden etkilendiğinizi, beslendiğinizi sormak isteriz; neler okuyor, neler dinliyor, neler izliyorsunuz, neler size ilham veriyor?

Bu çok zor bir soru… Çocukluğumdan bu yana çok okudum… Sanırım o genç yaşlarımda okuduğumun yüzde onu kadarını anlıyordum ilkin, ama devam ediyordum, sayfaları çevirmenin ve beni o çevirdiğim sayfalarda bir hikâyenin beklediğini bilmenin inanılmaz derecede heyecanlı bir yanı vardı. Henry Miller’ın Sexus’undan, Romain Gary’nin Biletiniz Buraya Kadar’ından çok etkilendiğimi anımsıyorum. Ama bunlar benim yazınıma sızmış mıdır? Belki de onları Stendhal’ı anladığımdan daha iyi anladığım için sevmiştim! Bugün dönüp dönüp durduğum kitaplar var, Cormac McCarthy’nin Blood Meridian’ı mesela, Don DeLillo’nun Beyaz Gürültü’sü… Philip Roth’un eserlerini döne döne okurum. Jacques Ausiard’ın sinemasını çok severim, the Sopranos’u baştan sonra dört defa izledim, ama bunlar beni esinlendiriyor mu, bana ilham veriyor mu bilmiyorum. Beni kendi ufak dünyamdan çıkardıklarını, kaçma fırsatı sunduklarını biliyorum sadece, onları bu yüzden seviyorum. Bir kitap okurken tek istediğim de bu, biraz duygulanmak, biraz zevk almak, biraz sarsılmak. Hayret ya da heyecan duymak, eğer mümkünse. Ama bunlar kendi eserlerime sızıyor mu bilmiyorum (andığım kitaplar benim yazınımla o kadar uzak ki!)

İlhama pek inanmıyorum ben. Sadece çalışmaya inanıyorum. Her sabah kalkıp ilgimi çeken şeyin peşinden gidiyorum ve nihayetinde bir bütün yaratmayı umuyorum. Sonuna gelmeden emin olmanın bir yolu yok.