Duyguları kelimelerin tek boyutlu kullanımına hapsettiğimizde anlam dünyaları da daralıyor. Oysa duygular da toplumlara, kültürlere, zamana, mekana, insana göre değişen diller gibi esneyerek tek sınırlı anlam dünyasının dışına taşar. Umut, keder, kırılganlık, onur, çaresizlik, merak, hayret, korku onu yaşayanla beraber dönüşüp kendi hakikatine kavuşur. Hepsi her insanda biriciktir.
Başkalarının duygularından yansıyanları doğru algılamak bu anlamda önemli. Duyguların etkisi ne olur olsun onları ifade etmek için seçtiğimiz kelimeler, yarattığımız dil, harekete geçen hayal gücü bize kim olduğumuz da hatırlatır.
Gücünü “umutsuzluktan” da alan umut, insanı hem güçsüz hem de zayıf kılan menevişli bir duygu. Birbirine karışan puslu rüyalar gibi karmaşık bir iklimi var. Belirsizlik, beklenti, umut edilen gerçekleşmediğinde hissedilen pişmanlık, suçluluk duygusu, hayal kırıklığı, keder, benliğin parçalanması ve yenilgi hissiyle birlikte iyimserlik, inat, direniş, rahatlama gibi “insanlık hallerinin” iç içe geçtiği tuhaf bir sarmal umut.
Spinoza bu karmaşayı “Umut, akibeti hakkında kuşku duyduğumuz gelecek ya da geçmiş bir olayın imgesinden doğan istikrarsız bir sevinçten başka bir şey değil “ diye tarif ediyordu Ethica’da. Umudun, şimdiki zamanın sınırlarını aşan, insanı geçmiş ve gelecek tasavvurunu yeniden inşa etmeye iten bir duygu olduğunu da işaret ediyor sanırım.
Son yıllarda deneme kitaplarını (Yakındaki Uzak, Kaybolma Kılavuzu, Yürümenin Tarihi) heyecanla okuyup değerlendirdiğim eleştirmen, denemeci, aktivist Rebecca Solnit’in Türkçeye çevrilen son kitabı ‘Karanlıkta Umut’u gördüğümde sevindim. Gerçeği reddetmeyen “umutlu olma halini”, kişisel hikayelerle, birbirleriye çelişen duygu durumlarıyla, tabiatın mucizesiyle, eşyanın sırrıyla, edebiyatla, sanatla, felsefeyle, politikanın gölgeli alanıyla, tarihin görünmeyen yüzüyle, güncel olaylardan süzülen ayrıntı zenginliğiyle anlatacağını biliyordum çünkü.
Solnit’in bütün kitaplarında umutla umutsuzluğun değişen veçhelerini ve onlara tutunan düşüncelerin tohumlarını, duyguların birbirlerine dolanan köklerini, büyüyüp serpilmelerini izlemek mümkün.
Kitap boyunca 2000’li yılların belirleyici toplumsal olaylarını “gerçekçi umudun” yaydığı ışığı takip ederek yorumluyor ve tarihten çarpıcı hikayeler aktarıyor. Solnit’te bir okur olarak beni öncelikle cezbeden, olumsuzluk atfedilen kavramları değerlendirirken insanın zaaflarını “ihtiyaç duyulan kusurlar” olarak gören yaklaşımı. Bazen sevimsiz olmayı da göze alarak, yakıcı gerçeklere rağmen kabullenilmiş çaresizliğin aşılabileceğini hatırlatması. Ve her koşulda karanlığın içinden okura seslenerek iyileşme ve iyileştirme çabası.
Bu kitabı 2003-2004’ün yıllarında, Bush yönetimin gücünün dorukta olduğu ve Irak’ta savaşın başladığı dönemin çaresizliğine karşı umudun gerekliliğini ortaya koymak için yazdığını söylüyor. 2015’de yeni baskısı için “Umutlanmak için nedenler” eklemesi yapmış:
“Umudun ne olmadığını söylemek gerek: Umut, eskiden veya şimdi her şeyin iyi durumda olduğuna ya da ileride iyi durumda olacağına inanmak değildir. Dört bir yanımız büyük acıların, büyük yıkımların kanıtlarıyla dolu. Benim ilgimi çeken umut, özgül olanaklar sunan geniş perspektiflerle, bizi eyleme geçmeye davet eden, bizden bunu talep eden bakış açılarıyla ilgili. Bu, her-şey-daha-iyi-olacak diyen tasasız bir anlatı olarak değil, her-şey-daha-da-kötü-olacak diyen anlatıya bir karşılık olarak görülebilir. Belli açıklıklar içeren, karmaşıklıklara ve belirsizliklere dair bir izah olduğu söylenebilir”.
Biraz tanıdık geldi mi? İnsan tabiatı itibarıyla karşılaştığı olumsuzluklardan birine daha fazla tutunma ve onu savunma ihtiyacı duyabiliyor. Diktatörlere, otoriter rejimlere ve darbelere aynı anda itiraz edemeyenler, savaşın yıkıcılığına koşulsuz “hayır” demek yerine, muhtelif nedenlerle “taraftarlık” yapanlar bu duygusal ve ideolojik sıkışıklığı iyi anlatır mesela.
Solnit, “Ne kazandık” başlıklı yazısında, Bush ve Blair yönetimlerinin Bağdat’ın ele geçirilişini bir zafer olarak sundukları dönemde, esas savaşın etkilerinin uzun süre devam edecek olan gerilla direnişinin uluslararası yansımaları olduğunu hatırlatıyor ve bu tuzağı tarif ediyordu:
“Bir kötülüğe karşı çıkanların mecburen iyi sayıldığı, bir ulusun ve onun bostan korkuluğunun, bir generalin ve emrindeki birliklerin birbirlerinden ayırt edilemediği o tuzaktan bahsediyorum. ABD veya Birleşik Krallık’a karşı Baas rejiminin veya isyanın tarafında değildik; savaşa karşıydık ve birçoğumuz bütün savaşlara, bütün kitle imha silahlarına ve dünyanın her yerinde her türlü şiddete karşıydı. Salt savaş karşıtı bir hareket değiliz fakat biz. Biz bir barış hareketiyiz”.
Solnit bu kitaptaki yazılarda, kendi deyişiyle zaferlerin ve imkanların tarihini anlatıyor. Ona göre yenilgiler gereğinden fazla belgelenmiş durumda. Bunlara karşı çıkmıyor, karşı pozisyon almıyor ya da inkar etmiyor. Geçmişin değişmez, telafi edilemez karanlığına rağmen eyleme geçen, dinamik, geleceği belirsiz bir umut düşüncesine tutunuyor. Direnişin her şeyden önce bir ilke meselesi, bir yaşam biçimi olduğuna inanıyor; “Sonuç alma umudunu taşırsınız ama sonuca bel bağlamazsınız”.
Dikkati, geleneksel tarih yorumlarının ötesine, sahnelen bildik trajedinin gerisinde yaşananlara, “ötekilere”, sıradan insanların değişim inancına, yaratıcı eylem alanlarına, sokağın gücüne, dünyayı değiştiren hikayelerin yolcuğuna çeken yaklaşımı bir bütün olarak okunduğunda, kişisel hayatlarımızdaki mücadelelerde de belirleyici olan o basit ve sağlam gerçek beliriyor; “Yaşamak risk almaktır”. Ve o risk elbette bedel ödeme yürekliliğini de içerir.
Solnit toplumsal olayların dönüştürücü gücünü aktarırken kendinden çok emin duruşlara alternatif bir yaklaşım öneriyor aslında;
“İyimserler bizim müdahalemize gerek kalmadan her şeyin kendiliğinden iyi olacağını düşünürler, kötümserler ise tam tersini; iki grubun da eyleme geçmemek için mazereti hazırdır. Yapıp ettiklerimizin nasıl ve ne zaman önem kazanacağını, kimi ve neyi etkileyeceğini önceden bilemesek de, yapıp ettiklerimizin önem taşıdığı inancıdır umut. Aslına bakarsanız, bunları sonradan da bilemeyebilirsiniz ama bu yine de onları daha önemsiz kılmaz ve tarih, en parlak dönemleri ölümlerinden sonra gelen insanlarla doludur”.
Toplumlar da insanlar gibi hastalanır, umutsuzluğa teslim olmanın zahmetsiz konforuyla baskıya, zulme, çaresizliğe, karanlığa alışır. O gölgeli alanda hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle yaşamak en korkunç yenilgiden daha kötü gelir bana. Solnit’in bu anlamda bireysel depresyon benzetmesi isabetli. Toplumun ıstıraba saplanıp kalması hissinin hatırlamak, geleceğe inanmak ve eyleme geçmekle aşılabileceğine inanıyor.
Aktardığı tarihsel dönüşümün kırılganlığında karanlığı yırtan mütevazı şiirin sesini de duyuyorum. Tarif ettiği umutlu "eylemciyi” kağıtlara basit karalamalar yaparken ebediyen yankılanacak mısralar yazdığının farkında olmayan bir ozana benzetiyorum. İnsanın, toplumun derinliklerinde gizlenen zifiri karanlığı, cılız ışık huzmeleriyle aydınlatma çabasında sihirli ve budalaca olmayan bir iyimserlik var.
Solnit’in, John Berger, Eduardo Galeano, Virgina Woolf Vaclav Havel, Primo Levi, Ernst Bloch, George Orwell gibi yazarlarla kurduğu akrabalık ilişkisinde “direnişçi umudun” ve başarısızlığa uğramayı göze alan tavrın izleri görünüyor. O umudun eylemle beslenmesini önemsiyor ama içinden çıktığı geleneği eleştirmekten de kaçınmıyor.
“Bütüncül zafer, cennetin seküler muadili olarak görülmüştür hep: bütün sorunların çözüldüğü ve yapacak hiçbir şeyin kalmadığı, oldukça sıkıcı bir yer. Eski solun mutlakçıları, zaferin, geldiğinde bütüncül ve daimi olacağını hayal ediyordu ki bu, zaferin eskiden de şimdi de imkansız olduğu ve asla gelmeyeceğini söylemekle aynı kapıya çıkar. Oysa zafer fazlasıyla olasıdır. Yaygın olarak tarif edildiği ve beklendik şekliyle değil, sayısız şekillerde, küçük, büyük ve genelde kademeli olarak gelen bir şeydir. Zaferler böyle habersizce geçip giderler”.
Solnit için ideolojik duruştan daha önemli olan, bir umut edimi olarak sorunlarla yüzleşerek sorgulamak. Onun cüretkar sesinden Zapatistaların mücadelelerini, Güney Amerika halkının direnişini, çevre aktivistlerinin, savaş karşıtlarının, silahsızlanma için çalışanların, felaket zamanlarında dayanışanların hikayelerini dinlerken bir an bile saf bir iyimserlikle okura “pansuman” yaptığını düşünmedim doğrusu.
Çünkü Solnit gibi ben de hikayelerin bizi özgürleştirdiğine, anlatıcı olmanın gücüne inanıyorum. O “umut belirsizliğin hikayesidir” diyor. Ve bunu aslında umutsuzluktan daha ürkütücü buluyor. Virginia Woolf 1915’de günlüğüne “Gelecek karanlık ve eni iyisi de bu, geleceğin karanlık olması sanırım” yazmış. Her ikisi de “sırrına ermenin zor olduğu” karanlığı bir yanıyla çekici buluyor.
Anlıyorum onları, eyleme geçme, dünyayı daha güzel bir yere dönüştürme umudu, o gizemli geleceğin karanlığında ve anlatılmayan mucizevi hikayelerde saklı. Yavaş ve karmaşık değişim hikayelerinin kökleri, yazarın da hatırlattığı gibi bazen çok derinde saklanır. Hikayelerin anlatılmasıyla uyanan hafıza da umudu besler bazen. Solnit önemsiz gibi görünen o kahramanların ve anların izini de sürüyor:
“...O tekil olay sadece bir kıvılcımdan çıkmıştır; yaktığı şenlik ateşinin odunlarını, aktivist şebekeler, sivil itaatsizlik fikirleri ve dünyanın her yerinde adalet ve özgürlüğe yönelik derin arzu döşenmiştir...İnsanlar, bazı umutların gerçekleştiği, bazı sevinçlerin göz kamaştırdığı ve bireyler ve gruplar arasındaki bazı sınırların, en azından bir saatliğine, bir günlüğüne ya da aylar boyunca kalktığı bir dünyada yaşadıklarını görüyorlarsa bu önemlidir”.
‘Karanlıktaki Umut’ başkaldırı hikayelerini anlatan bir tarihçeden çok fazlası. Duyguları, fikirleri hikaye etme sanatıyla buluşturan denemeler bütünü. “Bir yazar kadar umutlu kimse yoktur, bir yazar en büyük kumarbazdır” diyor Solnit. Katılıyorum. Umutlu ya da umutsuz basit eylemlerin dünyayı nasıl değiştireceğini, yazının gelecekte ne zaman kimlere nasıl dokunacağını bilmek mümkün değil. Ama yazı da umut etmenin, beklemenin, sözle insana ulaşmanın ve “başka bir hayat” ihtimalini tahayyül etmenin en güçlü araçlarından biri. Bunu biliyorum.
Yazar, teorisyen Benjamin 1940’ta ölmeden önce bir arkadaşına yazdığı son mektupta umutla umutsuzluğun birbirine muhtaç oluşunu yazının pırıltısıyla tarif etmiş:
“Bugün yayımlamayı başardığımız her satır - onu emanet ettiğimiz gelecek ne kadar belirsiz olsa da - karanlığın güçlerinin elinden koparılmış bir zaferdir”.
* Karanlıktaki Umut (Anlatılmayan Hikayeler, Muhteşem Olasılıklar) Çev. Şeyda Öztürk / Siren Yayınları
-Esra Yalazan, Ahval